Sen belki de bugün Neşet Ertaş'a içtin. Sahi sen içmezsin ama öyle bir havan vardır hep..Değişik, düşünceli ve düşsüzlüğe düşmüşçesine çaresiz. Güzeldin işte ardıç kuşu, herkese herşeye merhamet edebilirdi yüreğin, bir mavi özlem gizleyip dilinin yutağına bağlandığı yere, yutkunurdun dişlerini sıkarak. Biliyorum, yine en çok anneni özledin bugün.Çünkü her yeni kuracağın iş için gözünü kırpmadan varını yoğunu, bir kaç çift bileziğini ortaya koymaya hazırdır annen.. "Bileziklerimi vereyim oğul sıkışıklığın var ise" deyiverir. Bilezik bir simgedir, aslında üç beş çift altın bilezik değildir sana sunulan ardıç kuşum, annenin genç kızlığı, gelinliği, beline bağladığı al, kocasından dahi sakındığı birikimi, varı yoğu, yalnızlığı, direnişi, evden kaçmak istediğinde tutunduğu umududur sunulan.. Kolunda yıllardır öylece duran..En manevisi ve en maddisi, hayatın kendisidir oğul için ortaya dökülüverecek olan.. Haliyle en çok annenin sesini özledin. Sıcacık, sade, herşeye iyi gelen sesini. O öylece mutfakta birşeyler yaparken, hiçbir tasanı bilmeksizin, sana anlattıkça yumuşatır ruhunu, bir güzel çaredir anne sesi ki.. O sebepten elbette en çok anneni özlemektesin, özleyeceksin..Sonra beni. Bir derin duama sakladığım yerde hissettin seni düşünmekte olduğumu. Bir orman sessizliği ürpertisi ve merakı, aynı zamanda da kulağına su kaçmış hissi yarattı beni özlemek sende, hem rahatsızlık, hem boş vermişlik..Üzerinde durmaktan korktun bu duygunun. Öldüğü için Neşet Ertaş'ı özledin sonra. Sanki her gün beraberdin rahmetli ile, değildin elbette, lakin yaşadığını bilmek güç veriyor insana bazılarının. Orada öylece, sadece senin için varmış gibi oluyorlar. Özel hissettiriyorlar. Ben hayatımda iki ünlü öldüğünde çok üzüldüm, biri Barış Manço, diğeri Michael Jackson. Biraz da Amy Winehouse. Sanırım Amy'ye acıdım daha çok.Barış Manço'ya öyle üzüldüm öyle üzüldüm ki..O zaman babanemle kalırdım, onun evinin arkası portakal bahçesiydi. Portakal bahçesinin de ortasında bir su kuyusu vardı, dört mevsim mis gibi nane kokardı o kuyudan bahçeye doğru. Özellikle sabah kahvaltılarına kıymalı tarhana pişireceği vakit, ben gider hızlı hızlı yolardım iki tutam. Ellerime sinerdi nane. Şimdi düşünmek dahi içimi ferahlattı. Zaman zaman da beraber gider demetlerce nane toplardık, eve getirip damda gazete kağıtlarının ya da keten çuvalların üstünde kuruturduk.. O su kuyusunun yeri çok derindir bende. Zira kendisi de derin ve dev ağızlı geniş bir şeydir.Neyi kaybetsek, babaannem elimden tutar kuyunun başına, kaybımızı aramaya giderdi. İlkin kedisi kaybolduğunda o kuyuya düştü mü diye bakmaya gittiydik. Süt annem ala keçinin sarı yavrusunu da kuyuda aradık. Sonra bir gün halam kaybolmuştu gece vakti ve biz babanemin bir elinde çıra, bir elinde benim tombul elim kuyuya gittik. Gece yarısı uzun uzun baktık kuyuya çıranın ışığında.Halam düşmüş mü diye.. Sonra Barış Abi öldüğünde ben çok üzüldüm, çünkü artık onu bir daha göremeyeceğimi düşündüm. O zamanlar bir çocuk programı yapıyordu ve ağzım kulaklarımda onu izlemeye bayılırdım. Belki de köydeki sade yaşamıma dünyalı arkadaşlar getiren biriydi o .. Gerçekten travma derecesinde üzüldüm. Rüyamda bizim kuyuya düştüğünü ve dumanlar arasından şarkı söyleye söyleye çıktığını gördüm.. Sabah ilk iş babaneme gitmek oldu. "Kuyuya gidip bir baksak babannecim?" Hiçbir zaman hiçbir koşulda beni kırmayan güzel yörük kızı tuttu elimden kuyuya Barış Manço'yu aramaya gittik.. Yumuş yumuş buruş buruş elleri dünyamı anlamaya fazlasıyla yeterdi, o dokununca güzelleşir, büyür, küçülür bambaşka bir şey olurdum. Sonra sonra öğrendim ki dünyada bizim su kuyusundan çok daha derin bir çukur var. Mezar. Ölmek de yaşamak kadar normal. Ama dilersen, sen yarın yine de bir babaneme uğra. Gece vakti elinizde çıra ile bir bakın kuyuya. Belki oradadır büyük usta. Özlemlere ölümcül bir türkü yükselir bir ihtimal bizim kuyudan ve su serpilir kayıplarına. "Yalan Dünya". Sadece bir selam kadar uğra bahçemize, uğra ki yeşillensin nane yapraklarımız mevsimli mevsimsiz, ferahlasın dinginleşsin karmaşan, kavgan. Yolun açık, gökyüzün hep mavilik, masmavilik olsun ardıç kuşum. Allah selamet versin.
25 Eylül 2017 Pazartesi
Şifa
..."Seni dağladılar değil mi kalbim "... Bilimsel bir bulgusu yok bu hissizliğinin.. Kutsal kaybı olanlar gelin. Size yeni şeyler diyeceğim. Evet seni çok dağladılar kalbim, içine bir dağ koydular, göçmen kuşların uğramadığı, yeşili az, yolu yaman, gölü kurbağasız, dalı çiçeksiz. Dağlandın. Sahi dağlanmak öyle birşey değil, değil mi kalbim. Kızgın demirle köreltmek, köreltebilmek, en gören yanı. Karartmak akça pakça olanı. Sükût ikrardan gelir değil mi kalbim, ondan suskunsun, bir davete zarif bir rıza seninki sanki.. Dilin lâl, emsalin yağmur.. Hadi bir gayret, son bir sancı, dayan az kaldı! Kalbim! Göz damlası damlatmayı bilirim fakat göz merhemi hiç sürmedim. İstersen deneyelim. Bir açsan diyorum gözlerini. Dağlanmış gözlerini. İyileştirebilsem seni.. Daha da yetiştirsem kendimi misal tıp bilsem biraz..Bir köy yeri şenliğini ezsem, taze badem çağlası püresine katsam, bütün o yaşanmışlıkların suyunu sıksam... Karıştırsam, karıştırsam.. Sonra havanda dövsem hayalleri, hiç benim değillermiş gibi. Küp küp doğrasam kırgınlıkları, bu karışımda biraz ele gelmeliler değil mi, başı akla, aklı başa sevk etmeli kırgınlık dediğin..İlk karışımı alsam kavanoza, içine ötekileri de katsam.. Karıştırsam karıştırsam..Ardından bir parça umut, bir parça kararlılık ve başarma arzusu tozu eklesem sırasıyla. Dimağından bir top karanfilin ya da bir dal dağ kekiğinin arıtsam zamanda hükmü en değerli şeyi, yani gayretimi.. İçine sindirsem tahta bir kaşıkla. Karıştırsam. Kapağını kapatsam kavanozun son gücümle. Çocuk sesinde ve de müzik notasında bekletsem bu karışımı bir kaç vakit .. Serin yerde saklasam husisiyetle.. Bıraksam demlense,dinlense..Fikrimce, yas yanıklarına ilaç, deva budur,kalbim, müsade et, sana süreyim.. Nezaketle ve zerafetle.. Her insan kendi panzehiri, ezdim kendimi.. Öğüttüm, dermana dönüştürdüm. Kalbim. Ben panzehrinim senin.
11 Ağustos 2017 Cuma
MEKTUP

Adı :Düştüğüm yerden kaldırır annem beni."
8 Mayıs 2017 Pazartesi
Zerdali ve Zalim Palyaço
Zaten hiç hoşlanmam palyaçolardan, küçük Zerdali'ye yaptıklarını öğrendikten sonra iyice soğudum..Balonları ne kadar seviyorsam, palyaçoları o kadar sevmem. Belki de habitatıma aykırı düştükleri için.. Antalya'da, sahil kasabasında geçen çocukluğumu düşünüyorum da hiç palyaço falan görmedim, gördüysem de hatırlamıyorum, ilgimi çekmedi demek ki. En ilginç şey Perge Antik kenti, oraya gelen turistler ve çantalarında ne olduğuydu.. Biraz da onlarla çat-pat İngilizce-Almanca bir şeyler konuşmak ihtimali.. Yaz akşamlarında amfi-tiyatroya nadiren gelen böyle değişikli kostümlü insanlar falan.. Böyle şeylere ilgim oldu.. Portakalların çiçeklenme mevsimine, keçilerin inatlaşma biçimine,bir de babaneme ilgiliydim en çok.Mr. Clown ile tanışma fırsatım olmadı o yıllarda, nedense şu anda da nasıl da palyaçosuz bir çocukluk geçirdim, aman Allah'ım diye hayıflanmıyorum. İlerleyen yıllarda avmlerde rastladım, çocukları eğlendirmeye çalışıyordu, ben ise çocukluk çağını çoktan atlatmıştım. Yine ilgimi çekmedi. Şu meşhur fotoğrafı bilirsiniz, gülen maske ardındaki ağlayan zavallı palyaço yüzü.. Hıhı evet, bir o ağlıyor zaten. Herkes çok keyifli, dünyada zulüm eşitsizlik, siyasi-ekonomik çalkantılar yok kimse iş stresi altında ezilmiyor, sistemlice sömürülmüyor, ama işte zavallı palyaço ağlıyor. İşim yok ona mı üzüleceğim.. Hiç cız etmedi içim, aksine, nötr duygum eksiye dönüştü. Gıcık oldum. Sonra birgün Tunalı'da Stockholm'de -bilenler bilir, içi Stockholm şehrini anımsatacak şekilde dizayn edilmiş, cam bir fanusta oturuyormuşsunuzcasına caddeyi görebildiğiniz, güzel müzikleri, dergileri ve dünyanın çeşitli yörelerinden gelen çayları olan mekan(dı) - oturuyoruz arkadaşımla, dışardan bir payoça önce cama vurdu, biz döndük baktık, gülümseyince koştu geldi, şeker satacak 10 TL'ye. Bilmem ne vakfı yararına. Sanki bilmem ne vakfını kalkındırmak sana kaldı üç kağıtçı Mr. Clown. İşte Umman'a geldiğimden beri hiç rastlamadım, rahatlayacağımı da sanmıyorum çünkü palyaço alışkanlıkları yok. Olsa çok severlerdi o ayrı konu. Hele benim çocukları düşünüyorum da tepesine tırmanır, maskesini çıkarır,yüz milyon soru sorarak,göbişini ponçiklerler,kulağını kemirirler, bıktırırlardı.. Abartmıyorum, yaparlar.. Daha sonra duydum ki Zerdali adındaki küçük kızı çok üzmüş Türkiye'de bir palyaço. Zerdali dört yaşında kocaman gözleri olan, pembiş dudaklı bir kızmış. Bir gün en güzel elbisesini giyip arkadaşının doğum gününe gitmiş, bütün çocuklar oradaki Mr. Clowna kendini gösterip onunla üç dakika dans edebilmek için dans ediyorken, Mr. Clown bazı çocuklarla dans etmiş, bazıları ile etmemiş. Zerdalikız bütün parti boyunca çabalamasına rağmen bir türlü zalim palyaço onu görmemiş ve dört yaşındaki bir çocuk değersizlik hissiyle boyalı suratlı bir palyaço tarafından tanıştırılmış. İşini yapamayacaksan bu işe bulaşma arkadaşım. Senin yüzünden kaç tane çocuk tercih edilmeme değersizliği ile tanışacak ve içinde öfke biriktirecek haberin var mı? Dünyanın bir yerlerinde açlıktan ölen çocuklar var, takıldığın şeye bak diyeceksiniz, her durumu kendi şartlarında değerlendirmek gerek. Zerdali partiye gelebiliyorsa o durum içinde kendini konumlandırır. Bu yüzden diğer çocuklar başka bir yazının konusu. Boyalı yüzlerle ve gereksiz kahkahalarla gereğinden erken tanışmasına gerek yok çocuklarımızın. No more Mr.Clown. Defolsunlar. İnsanın palyaçosu da illettir. Hani görümcenin bile daha samimi güldüğünü düşündüren,böyle maskeli maskeli canımcımlı cicimcimli dolaşan sweet talker yetişkinler vardır ya, işte onlardan da Tanrı cümlemizi korusun, hep sınıfımızın dışında, yörüngemizin uzağında olsunlar, amin.
12 Nisan 2017 Çarşamba
Bay Gustav Muscat'ta..
Bay Gustav bu kadar
yalnızlık çok fazla. Grand Budapeşte Oteli'ni yakacağım. Bay Gustav üniformalı
haramilere kafa tutuşuna bayılıyorum. Bay Gustav çok eğlenceli bir yalnızlığın
var, seni kıskanıyorum. Bay Gustav, keşke Umman'a gelebilseydin trenle. Yarışırdık
seninle kimin daha fazla gülebileceği üzerine ve kazanan yaralarından öperdi
diğerini. Çok iyileşirdik belki. Çok da eğlenirdik üstelik. Muscat Tren
Gar'ından alırdım seni, Zubrowka Cumhuriyeti'nden gelmiş olacağın için, koluna
ardılmış kalın bir palto olacak muhtemelen. Alp dağları hep soğukmuş gibi gelir
de bana.Belki o gün bir de şapka takmak istersin, zira fötr şapkalara bayılırım, hem seni güneşten de koruyacaktır. Bıyıklarını da
kes lütfen.Hiç hazzetmem.Buralar sıcak, güneş dik açıya yakın düşüyor, gerçi
mesele açı değil, yağmur dimdik açı ile düşüyor fakat buraya düşmüyor. Ama
belki sen geldiğin gün yağabilir, sen bir de siyah şemsiye getir dostum. Bu
ülke de, tarihinde ilk kez sokakta şemsiye taşıyan bir beyaz adam görür. Bütün
kayıtsızlığına yaydığın tatlı telaşınla ve kocaman kahkahalarınla gel Bay
Gustav. Bizi çok seveceksin.İlk önce güzel bir kahvaltıya gideceğiz seninle.
Tabakları bembeyaz, bardakları cam ve gümüş kaşık bıçakları olan bir restoran.
İskender'in Çin Lokantası'nın salaşlığına inat, şık bir yer olacak. Lakin bu
etrafında çizgi film kahramanlarının dolaşmasına engel değil.Çilekli marmelat,
bir dilim üzümlü kek, biraz kuruyemiş yiyeceğiz ve sütlü kahve içeceğiz. Sahi
en yakın arkadaşım entel olmak için kahveyi sütsüz içmenin gerekliliğine dem
vurur bazen ama yine de biz sütle içeceğiz. Çünkü yeterince entel değiliz.
Diğer bir arkadaşım sütün zararını sıralar, kanserin tetikleyicisi olduğunu
söyler, biz yine de sütle içeceğiz kahvemizi. Bilmeni isterim ki dünya üzerinde
karşılaşabileceğin en lezzetsiz, en yavan süt Muscat'ta. Tadı berbat. Olsun biz
yine de sütlü kahve içelim. Sütlü filtre kahve yahut latte. Hint Okyanusu'nu
izleriz sonra, ve geçtiğimiz, öldürdüğümüz yollara saygı duruşu mahiyetinde
susarız bir süre. Geçmek ve varmak ne güzel. Geçip gitmek.. Sonra Bay Gustav,
seni Suriyeli öğrencim Kareem ile tanıştıracağım, sınıfın en zeki çocuklarından
biridir kendisi, hayat dolu görünür, hiperaktivitesi vardır, lakin ölüm
şiirleri yazar. Yaşına beş beden büyük gelecek ölüm şiirleri, zaten öyle cılız
bir çocuk ki on beden bile büyük gelebilir yazdığı şiirler kendine. Savaştan
kaçmanın, yurtsuz olmanın etkisi hiçbir zaman değişmiyor bir çocuk zihninde.
Şiirlerini okuyuncaya kadar onu gerçekten tanıma fırsatın olmayacak çünkü
seninle alelade bir düz zemin üzerinde "trash pack" oynamak
isteyecek. Taso oynamaya benziyor mantığı, orada tasoyu çeviren kazanıyor,
trash packte fırlatıyorsun vurdukça kazanıyorsun. Ben çok seviyorum o oyunu,
her dersten sonra öğretmen masasında en az beş dakika oynuyoruz, öğretmen
torpilinden ötürü belki, hep vuruyorum, hep kazanıyorum, en çok ben
kazanıyorum, oley.. Sonra onlar derslerde soruları doğru yanıtladıkça ödül
olarak veriyorum geri. Benim de yaşama yaklaşımım bu Bay Gustav, önce kazanmak,
çok kazanmak, sonra sadece dilediklerime eşitçe pay etmek. Çocuklarım diyordum,
hepsi ile tanış isterim Bay Gustav, birinden İslamiyeti falan öğrenme isteğin
varsa sana öğrencilerim anlatsınlar.Din adamlarını boşver bence, siyasetçileri
de öyle. Sana çocukça sevmeyi anlatsınlar Tanrı'yı. Korkusuz, güvenerek
sevmenin önemini, ona ulaşmak için de bir yol olarak seçtikleri ibadetlerini.
Daha yakın hissedeceksin, sıcacık olacak için,dini onlardan dinleyince. Korku
yok, eşitlik ve sadakat var, sevgi var onların inandığı İslamiyet'te. Bir kit
katı kendine bir parça dahi almadan beşe bölerek arkadaşlarına pay etmek var.
Gedik dişleri ile kocaman gülümseme sonrasında. Bu arada her düşen dişlerine
bir isim koyduğumuz doğrudur. Bay Gustav. Çocuklarımı tanıyınca sende de çok
şey değişecek. İstersen arayabilirim, hemen Shatti beachteki hurma ağaçlarının
gölgeliğinde toplanırlar, üç- beş hasır serip yere, üzerine bağdaş kurarak
otururlar. Öyle kocaman gülen bir bağdaş ömründe görmemişsindir, bir ince
esinti de başlar meltemden de meltem..Benim çocuklar insan ömrüne dem, ruhuna
dem. Erkekler omuz omuza yan yana oturur ve erkeklerin bittiği yerde örgülü,
tavşan taçlı, mickeyli kafalar göreceksin, kara saçlı kızlar. Kızlarım. Hepsi
aynı halkanın içinde, denize nazır, dünyanın en şahşahalı yapısı bence.
Sonsuzluk temsili bir halka. Bay Gustav, itiraf etmeliyim bu kitle karşısında
anneliğe yaklaşmamak mümkün değil. Sahiplenmek onları, yanlarında bulunabilmek
hep, en büyük hobim. Evi öğrettim, canı sıkılan gelsin, okuldan sonra diye.
Keşke her biri benim parçam olsaydı. Daha da kopmaz bir bağ olabilseydi
aramızda. Gülümsemelerinin ışığı sana yansıdığında, sen de ayrılmak
istemeyeceksin onlardan, gözlerinin en içine bakmak isteyeceksin. Ne diyordum,
sahildeki halka çocuklarım, zengin bir sofra da kurarlar biz daha oraya
ulaşmadan. Geleneksel kahva ve halwa olur sofrada.Ben pek sevmem ama sen bir
tadına bak, ikramlarını geri çevirme sakın. Her hareketleri, kahvaya, halvaya,
dokunuşları öyle naifçedir ki, yemeye kıyamaz gibi bir kutsal yemeği. İçmeye
doyamaz gibi bir kutsal içeceği. Sevmediklerinden değil, geleneksele değer
verdiklerinden, özlerine ait olanı yücelttiklerinden. Oysa cips için aynı
muameleyi yapmazlar, saldıradabilirler, nihayetinde çocuk onlar. Lakin yetişkin
gibi davranmaya çok alışkınlar. Sonra haris ikram edecekler sana, Türkiye'deki
keşkeğe benzer, beyaz buğdayın haşlanıp ezilmesi ile yapılmış doyurucu bir
yiyecek. Belki biraz da mendi tatmak istersin, etli-pilav. Bilmiyorum pirinçle
aran nasıl, fakat bu bölge insanın en favori yiyeceği pirinç ve türevleri.
Böyle böyle,sohbetli,lezzetli bir sofra olur. Arada dinlediklerini
değerlendirmek istersen, yalnız kalmak istersen, biraz adımlarsın sahilde,
yüzedebilirsin. Biz bekleriz seni Bay Gustav. Aynen aynen, sen yüz, biz de o
sırada bir mıhribi çayı yapalım naneli. Sonrasında da biraz plaj voleybolu
belki. Plaj futbolu da olur, daha da iyi olur. Gün batımına doğru bir gemi
yanaşacak Matrah limanına, vaktini ona göre ayarla, seni alacak Bay Gustav.
Öncesinde Matrah çarşısını gezeceğiz, annene, sevgiline ve kız kardeşine, inci
alacağız. Siyah inci. Bay Gustav. İyi ki geldin. Yine gel e mi? Nizwa
Kalesinden bakarız boşluğa. Çöl safarisi yaparız, kör balıkları severiz. Işığı
olmadığı için kör olmayı tercih etmiş balıkları çok severiz. Gözleri çıksın.
Çıkartana kadar severiz. Körler madem göz niye🌺 Görüşürüz Gustav.
16 Mart 2017 Perşembe
*güleyazmak
" Am I a caterpillar, the students gave me this rose and they told me to eat it" diye giriyor öğretmenler odasının kapısından içeri Ms. Enas. Sabah sabah yüzünde mutlulukla karışık bir sitem ifadesi. "Biz güllerden reçel yapıp yeriz Türkiye'de, güller yenilebilir ki " diyorum kafamı çevirip. " Öğrencilerin doğru söylemiş." Bir diğer arkadaş soruyor "Özel bir adı var mı o yediğiniz güllerin?" "Isparta gülü, Rosa Damascena." Googlelıyoruz, görsellere bakıyoruz, sonra reçeli anlatıyorum,bu gülün kokusunun güzelliğini, yeryüzünde hiçbir çiçeğin böyle kokamayacağını.. Gozlerimin onunde annemin "anne elleri"ne dokunan pespembe gul yapraklari..Gul receli olacaklar bir saat sonra ve ben surmeyecegim yine agzima. Bazi seyler sadece orada oylece guzel, var olmalari kafi, seninle ilintili olmalari gerekmiyor.. Sonra, eski zamanlarda, yörük babaannemin yayladan Antalya'ya göç günlerinde, Isparta'dan geçerken gülün yapraklarını, tulum peyniri,bal ve ceviz ile karıştırıp ekmeğine katık ettiğini duymuştum.Bunu söylüyorum.Bence çok lezzetlidir diye de ekliyorum. Sanki recel saticisiyim, birazdan masanin altindan kavanozlari cikaracagim:)
Susuyorum.Lakin daha da gorsellestiriyorum zihnimde.Sahi hayal dunyamin yuceligi sasirtici.Genç, güzel yanakları al al bir yörük kızı. Bir gül bahçesinin ortasında. Babama gebe.Babam doğmamış henüz, babanem gül yaprakları ile pembe pembe besliyor ilk çocuğunu. Babam doğunca gül bir bebek olarak doğacak. Anneme emanet edildiginde,babama guzel receller yapacak annem.Çok güzeller. Hep guzeller. Hayallerim guzel, gecen zaman guzel. Gelecek olan daha da guzel.
Bu kadarla bitmiyor zamanda yolculuk. Pek sevmediğim gül reçelinin ne kadar güzel göründüğünü düşünüyorum bir de. Yeşil zeytin ve siyah zeytinin arasında, nazlı nazlı süzülüyor bir kahvaltı sofrasında.Beyaz porselen tabakta hanımefendi.Zarif. Isparta gülüne özlemim ve saygım artıyor. Sen çiçek olarak gel yeryüzüne lakin tat ol damağa, koku ol şehre, dünyanın en iyisi olduğunu bilmeden aç dur elma bahçeleri arasında..Aşk ol bazen, kimi zaman baba, kimi zaman oğul, çoğunlukla kardeş ol. Öyle kırılgan, öyle güzel bir şey işte. Anlatılmaz, anlatılamaz ki, bir an önce iyileşsin diye sevdiklerimiz, Isparta'da bir hastane bahçesinden kucak kucak yolup gitmek istediğimiz o gülün umutsu kokusu. Çocukluğumun her yanına bulaşmışsın meğer Isparta gülü sen. Bir Sting şarkısısın.Oldukça Fragile. Çok fazla. Dolu dolu. Mis.
*güleyazmak : tam gülecek gibi olmak.( yaklasma eylemi)
19 Şubat 2017 Pazar
eşitler arasında birinci
Değerlimis Dünya,
Seni, sinema gunlerinde, filmlerin gozune fener tutacak kadar cok seviyoruz. Beni esitler arasinda birinci yapsana. En birinci hep birinci.* primus inter pares. Tanriya da bu dilegimi bildirdim.
Seni, sinema gunlerinde, filmlerin gozune fener tutacak kadar cok seviyoruz. Beni esitler arasinda birinci yapsana. En birinci hep birinci.* primus inter pares. Tanriya da bu dilegimi bildirdim.
Ayrica b elirli günler ve
haftalar kapsamında, sevgi kolu olarak, sevgililer gününü kutluyoruz. Kutladık.
Kooperatifçilik
kolu gelemedi, biraz hasta onlar. Ekonomi o yüzden bozuk genel olarak, ama çok
üzülme tamam mı dünyacık,yakın zamanda üç beş import-export olayı olacak ve her
şey düzelecek. O da şırınga niyetine. O kadar acımaz bile. Sen yemene içmene
dikkat et. Ateşin var mı diye kontrol etmeyi isterdim ama ozon tabakasının delik
kısmına gelirse elim, cilt kanseri olabilirim. Evet, herkes kadar bencilim.
Eğme yüzünü hemen.
Öğrencilerim seni
seviyor, ben de seviyorum, çok. Aslında senden bir sürpriz bekliyorduk,
bulutlar yarılsın, yeryüzüne kalpçikler falan yağsın istedik o gün bütün
evrende, bütün kitaplar çiçek olsun, ders işleyemeyelim gibi kurgularımız vardı.
Kitaplar çiçek madem, dünyamızı güzelleştiriyor ya hani, yani en azından bir gün çiçek olsaydı. Olabilmez miydi
ki? Toplayıp hepsini, sınıf vazosuna ıslatacak ve kurtulacaktık! Oh be. Lakin olmadı işte. Bizi biraz kızdırdın
ama önemli değil. Çocuk kalbimiz, beklentiye girebilir, yapılmayınca kırılabilir,
sonra da affedebilir hemen. Seni seviyoruz. Kooperatifçilik kolu evde uyuyor ama
sevgi kolu burada.Evet, evet on numara.
Sen de bizi sev. E
mi?
Zaten toplamın bir sınıftan öte değil. Dün “as…
as” kalıbını öğrettikten sonra “as hungry as…”
yazıp tahtaya, tamamlamalarını istiyorum çocuklardan. Ve beklentim “ as
hungry as a wolf,as hungry as a bear, as hungry as a horse“ gibi örnekler
yönünde. Shaiban söz alıyor ilk ve “ as hungry as a human“diyor, ileride PDO’
da petrol mühendisi olarak çalışacak Shaiban, hedefi o ve insanlarınaçlığının
kurtlardan, ayılardan ve atlardan daha tehlikeli olduğunun ayrımına çoktan
varmış on yaşında. İkinci alıştırmamız “as free as…”. “as free as a bird, as
free as a unicorn “ vb. cevaplardan sonra “ as free as a stranger” cevabı geliyor Zahra’dan.
Sessiz, sakin dik başlı ve uysal gülüşlü, upuzun saçlı bir kızdır Zahra.
Poposunun üstüne kadar uzanır saçları. Bu coğrafyada hem kız çocukları hem de
erkek çocukları saçlı saçlı doğuyor ve gür, kalın telli oluyor saçları. Yumak yumak, babaanneme göre, üç örü çıkar bir kızın saçından. Ve yine babaanneme göre
her biri, bir ayrı tulu maya. ( tülü maya devenin en güzel yavrusu demekmiş).
İşte benim Zahra’m da öyle bir kız, özgürlük kavramına bakışı, yabancı kalmakla
yakından alakalı. Belki de çok haklı. En az Shaiban kadar haklı. İnsanlığın
akıl almaz açlığı karşısında, yabancı kalmak, özgür olabilmenin tek yolu. Zahra
hemşire olacak. Çok yardımcı fakat herkese hep yabancı..
Basmala var mesela, ben öğretmenler
odasında otururken kendiliğinden geliyor, oturduğum sandalyeye yaklaşıyor,ellerini
boynuma atıp, yanağımdan öpüyor. Kulaklarımda kulaklık, duymuyorum
yaklaştığını, dünyayla çok meşgulüm o sıra, haberleri izliyorum. Biz
yurt dışındakiler haberleri çok izleriz, hep izleriz, korkarız kopmaktan, bir
ayağımız dünyaya açılırken, dolaşmak isterken, diğeri ile orada öylece sabit kalmak, özümüze yakın olmak için. En çok
kendimize yardımcı, en çok kendimize yabancı… Bir de güldür güldür falan
severiz, memleketsi skeçleri taşıdıkça onlar, hem özler, hem güler ama yine de
pek dönmek istemeyiz. Gurbet kafası işte… Siyah zeytine düşkünlüğümüz artar,
onun değişik bir tadı var ya hani böyleacımsı gibi ve böyle aynı zamanda
memleketin değişik Ege ve Akdeniz kıyıları gibi. Ne kadar huzurlu olursak olalım,
bir an zeytin yemek isteriz, haberleri izlemek gibidir çünkü zeytin yemek,
siyah zeytin. Hatta kara zeytin, zeytinim. Eskiden ağzıma bile sürmezdim, alışkanlık değişir
mi, değişiyor. Coğrafyalar sadece saçları değil, duyguları da etkiliyor,tanımadığın fakat
bünyende barındırdığın hislerle tanıştırabiliyor seni. Çünkü onlar en canlılar, yaşam
halindeler, birçok şeyi barındırdıkları o habitata seni de dâhil ediveriyorlar.
Çöl kaygısının çocuklaşmış hali benim özlemimin adi ve yediğim siyah zeytinlerin çekirdeğini
burnuma kaçırıp, babamın boynunda ayaklarımı sallayarak girmek istiyorum en yakın sağlıkocağına.
En çok özlemem böyle işte
Basmala diyordum, yeşil gözlü güzelle rgüzeli Iraklı kız.
Ben silence diye çıkışınca sınıfın geneline, o arkadaşlarına dönüp, hep “bes sukut,
MS. bişey bişey bişey “ diye ellerini çocuklarına kızarcasına
yumurcak yumurcak tutar havada. O Ms. kısmına kadar olanı anlamaya yetiyor
sadece Arapçam şuan. Biraz iricedir Basmala diğer arkadaşlarına göre.İngilizcesi çok
iyidir, anaçtır, o kadar anaçtır ki saatlerce onaylık kardeşini anlatabilir. O
kadar anaçtır ki, saçlarımın bağlı kısmından aşağısına elleriyle dokunarak, ‘”nice
colour” der, her an dudaklarında koluma, saçıma, yüzüme yapışıverecek bir öpücük
gizlidir… Bazı çocuklar anne olarak doğuyorlar
bence, iyi ki varlar, şefkat mi akar bir kız çocuğundan, akarmış. Bazen bana acıyarak
(arkadaşları öfkelendirdiği için), bazen koruyarak, bazen de kızarak bakar, bütün duygularını gözlerinden
okursunuz, en çok onu seveyim ister, ilgi odağı diğer arkadaşları olduğu günler, değişik
ilgi isteme yöntemlerine gider, iftira da buna dâhildir. “ TEEECHAAR” diye bir bağırma sesi önce.
“ Yes, dear?”
“ Yes, dear?”
“ Diğer sınıftaki Diana’ya sarılmışsınız, o da
sizin kokuyor olduğunuzu söyledi, serviste.”
Ama nasıl olur, her sabah, her aksam yıkanırım
ben. Salatalıklı, bazen de bambulu roll-on falan da kullanırım. Parfümlerle aram
iyi sayılır, Allah Allah ya, havalardan mı ki.
Tabi bu ilk tepki
ve içimden. Zamanla tanıdıkça öğrencini,alışıyorsun, o hali bile sempatik
geliyor,yanaklarından bir küçük lokma alıp, en yakın kediye vermek istiyorsun.
“ Evet, parfümümü söylemiştir o, güzel
kokuyor da ” diyorum saçlarımı arkaya
atarak kendimi beğenmiş bir edayla. “hıh canim” dercesine.
Orada kafa öne eğiliyor ve inceden dudak altı
bir gülümseme. Dünyanın en anaç kızı… Sen ne güzelsin. Dördüncü sınıftasın. Gözlerin çok yeşil,
en güzel yeşil, Akdeniz ve Ege karışımı bir yeşil…Bahar. Cimen. Bahce. Yosun.
Sonra Abdullah’ım var bir de. Çok küfür
ediyor, Arapça, İngilizce, bütün dillerde küfür edebilme potansiyeline sahip. Çalıştığım
toplumda, büyüklerin bile neredeyse hiç küfür bilgisine sahip olmadığını gözlemlemişken,
bu çocuğun bu kadar küfür biliyor olması şaşırtıyordu beni. Mesela gecen gün top
fırlatarak bir kelime oyunu oynuyorduk, topu tutan kişi, bir önceki kişinin söylediği
kelimenin son harfi ile yeni bir kelime türetiyor. Top besinci seferde de ona atılmayınca, önce kafasını sıraya
koydu, sonra hiç kaldırmadı, sekizinci
defada top ona gittiğinde “ f.ck the game” deyip, topu yere çarpıp ağlamaya başladı
ve bir süre sakinleştiremedim. Rehberlik öğretmeni alıp sınıftan götürdü. Bu ilk değil,
buna benzer çok vakamız var. Abdullah’ın sorunu babanın onları terk edip gitmiş olması
temelde ve üzücü olan benim bunu bilmediğimi düşünüp, sürekli babayla ilgili hikâyeler
anlatma ihtiyacı. Annesi durumu benimle paylaştığından beri, ona hem ayrıcalıklı
hissettirmeye çalıştım hem de dış dünyaya biraz hazırlansın istedim, arkadaşlarıyla
dünya üzerinde eşit haklara ve ayrıcalıklara sahip olduğunu, dışlanma ya da
sevilmeme ihtimalinin varlığını ve bununla baş edip, en çok kendini kendinin
sevmesi gerektiğinin bilincinde olsun diye çabaladım, lakin ilgisizliği hissettiği
anda ya hırçınlaştı, ya kavga çıkardı, ya da üzerime lazer tutup, babasının
lazerini ona geri vermem için günlerce dil döktü.
Evet,dünya sen bir sınıfsın
ve biz de çocuklar. İlgi eksiği ve kıskançlık, iftiralara,küfürlere, kavgalara, hırçınlıklara
sebep olurken, insan açlığı önünü alamadığımız savaşlarla gösteriyor kendini. Yabancı
kalmak ve yardımcı olmak en güzel yöntem gibi görünse de, içe dönük, lakin kararlı
küçük bir kızın dünyasında, haberleri izlemek gerekiyor. Canını sıkmadan.
Dünya, her şey bu
kadar gerçek olamaz, öyleyse sen sorunlusun bizce, ya da fazla yaşadığıniçin
biraz kafan mı karışmış ne.
Yetilerin bizi kaçıracağı
kidnapli zamanlarda olacak elbette, gideceğiz Nanvi Dar’a, Himalayalar’ın tepesine. Bir de tepeden bakacağız, olan bitene. Zira içindeyken değerini bilemediğimiz
yahut farkına varamadığımız nice şey göreceğiz. Olumlu- olumsuz. Nanvi Dar’da Yeti
yavrularına zeytin yedirmek üzere.
Görüşürüz Dünya, en
çok seninle görüşeceğiz.Çıkışa gelsene. Şaka şaka. Eşitler arasında birinci
olabilmek umuduyla.
5 Şubat 2017 Pazar
kalbine masallar kuzucugum
Bir col hikayesinin icindeyim.. Isim cocuk, gucum muzik.Bellegim bazen yetmeyecek gibi oluyor topladigim guzel oykulere, anilara.. En cok ogrencilerim icin olusturdum bu blogu.. Birgun gittigimde onlar bitmesin diye, oykuleri. anilari. yasama bakislari, kavgalari, kaygilari, bazen kizginliklari oyle buyuk ki, onlari beraberce anlayalim, taniyalim istedim.
Evet bir col hikayesinin icindeyim,daha dogrusu bir yol hikayesinin collu kismindayim. Elim kalem tutar kismen, kulagim soylenenin altindaki alt anlami isitir, gozlerim en detayi gorur, kalbim cocuksu olani sever, cocuk olani sever, kirmaya kiyamadan sever, simardiginda sustuturacak, kizacak kadar sever. Cocuklarla basedebilirim, cocuklari sonsuz sevebilirim, onlarla simarip yeniden yeniden buyuyebilirim. Iste ben de boyle bir Ada Ogretmen'im..
Ogretmenlik seruvenim, pastoral siirlerle tanimlanmayacak kadar guzel,zeytinlikli,turunclu, limonlu mis evimizde kiz kardeslerimle oynadigim |"ogretmencilik" oynunda basladi.. Ilerleyen zamanlarda benden "buyuk kadin" olmam beklenecekti. Kocaman olmam istenecekti, en guclu, en akilli, en bilgili ve belki en varlikli. Utopyada oldukca guzel geliyor tabiki kulaga. Hayatin da biraz bunu gerektirdigi yanilgisina dusecekti zaman zaman yuregim, baska is sektorleri deneyecektim lakin universite yillarinda calistigim anaokulu mutlulugunu, kiz kardeslerimin ogretmeni olma gururunu baska bir yerde bulamayacaktim..Esas zenginlik tum bilginlerin dedigi gibi, sevdigin isi yaparak, sevdigin yerlerde olarak, sevdigin insanlara uzanarak bazen belki ozleyerek cokca ama huzurla ilerlemekti dunya duzleminde..Kazanc buydu,zamanimi buna harcamak olmaliydi.
Ankara'daki ilk goz agrisi ogrencilerimden ve bana cok sey katan ogretmen arkadaslarimdan daha evvelce yazmaya baslayip onlara dair gordugum guzel detaylara bu blogda yer veremedigim icin ozur diliyorum.Simdiki cocuklarima gelince, hepsi birer col cadisi, hepsi birer col kahramani, hepsi birer dunya insani. Farkli yetenekleri, farkli yuzleri, farkli renkleri ve baska baska hayalleri var, mesela bir tanesi buyunce ne olmak istedigini anlatirken " I would like to be a grandma" diyor en British aksaniyla. Digeri muhtesem karikaturler ciziyor, saklamami istiyor, bir digeri "epic duck" ile arkadasligini anlatiyor, bir oteki babyman olmanin inanilmazligini.. Insanlarin on yargilarina inat, bu cografyada muhtesem bir cocukluk, kusursuz bir yasam var, bu mumkun.
Hosgeldiniz..
Muscat,2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)