“ Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.
‘Çiviler ağzına batmaz mı senin?’
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
‘Türk çocuğu musun be?’
‘İstanbul' dan geldim!’
‘Ben de o taraflardan ... İzmit’ten!’” (s. 17) “
Bizi güdüleyen güç nedir, öfkelenince, üzülünce, çok sevinince neden bir anda ana dilimize döneriz ki ?
Ana. Dil. İnsanın annesinin konuştuğu dil.
Annemizin izleriyle mi bezeliyiz yani biz.
Ayakta kalma ve çabalama gayretimiz derin bir yerde onu mutlu etmek- kurtarmak üzerineyken önceleri, sonraları bu kutsal uğraş bir alışkanlığa mı dönüşüyor ki..
Eve gelir gelmez, neydi o hikaye diye düşündüm heyecanla. Kaybettiğimi sandığım, ama uzak bir yere kaldırdığım bir zamanlar çok sevdiğim, çocukluğumda oynadığım, kendime arkadaş ettiğim bir eşyamı bulmuş olmanın tatlı heyecanıydı bu. Google ‘a “gurbetteki çocuk ve ayakkabı tamircisi “ diye yazdım. İlkokulda okuduğum beni derinden sarsan, üzüntüsünü bugüne kadar hissettiğim o çocuğun hikayesi bu kadarcık kalmıştı aklımda. Hayat Bilgisi kitabındaki görseli gözümün önünde, görselim ben galiba. Hissi derin bir yer kaplarken, belki de anadil öğretme merakımın temeliyken Türk çocuklara, hikayenin çoğu gitmişti, uçuş uçuş aklımdan.
( ee öyle sürekli düşünürsen olacağı bu Ada Hocanım, bilmiyorum ki herkesin zihnimi böyle, benimki mi sürekli düşünme halinde. ) Herneyse. Nasıl yani ? Hikaye yok mu bellekte. Hissi nasıl duruyor peki üstümde. Hayat tam da böyle mi sence de?
Hikayeler yazıyor, okuyor, görüyor, duyuyor ve duygusundan nasipleniyoruz ve hikaye bitiyor, unutuluyor, hissi mi kalıyor ruhta, sonra o ruh ile zihin bir yol çiziyor, beden oraya doğru mu gidiyor ?!
Sahi böyle olabilir mi, bunu bir bilene, ruh bilimciye sorayım ben.
Eğer öyleyse, yandık o vakit durum çok fena. Neyseki Google verdi cevap bana. Eskici dedi. Cumhuriyet dönemi yazarlarından Refik Halit Karay.
Teşekkürler Google teşekkürler.
Kendini unuttuğum, lakin hissini her gün sık sık kalbimde duyduğum hikayenin özeti şöyledir:
“Babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve komşuların yardımıyla Filistin’in ücra bir kasabasına, halasının yanına gönderilmek üzere İstanbul’dan bir vapura bindirilir. Başlarda ayrılığın acısını hissetmeyen, hatta vapurda kendisine eğlenecek bir şeyler bulan Hasan, ana dilini konuşan yolcuların azalmasıyla gitgide suskunlaşır ve içine kapanır. Vapur yolculuğu bitip trene bindirildikten sonra ise artık etrafta Türkçe konuşan kimse kalmamıştır. Hasan da tamamen susar. Gittiği yerde, halası, halasının çocukları ve çevredeki insanlar ona tamamen yabancıdırlar. Hasan, zamanla anla- maya başladığı Arapçayı konuşmamakta büyük bir inat gösterir ve hep susar. Bir gün sokaktan geçen bir satıcı, eski ayakkabıları tamir etmesi için eve çağrılır. Eskici işini yaparken çocuğun İstanbul’daki hatıraları canlanır. Bir ara nerede, kimlerle olduğunu unutup dalgınlığından ana diliyle ‘Çiviler ağzına batmaz mı senin?’ sorusunu sorar. Bu soru eskicinin de Türk olduğunu ortaya çıkarır ve bir şekilde memleketinden uzak düşmüş olan ihtiyarla çocuk arasında kısa, fakat oldukça yoğun bir sohbet başlar. Hasan durmadan heyecanla konuşmaktadır, fakat eskicinin işini bitirip eşyalarını toplamaya başlamasıyla bu mutluluk yerini ayrılığın acısına bırakır.” (Çağın 2005,DergiPark, https://dergipark.org.tr)
Nereden esti eskici diyeceksiniz ?
Çalıştığım üniversitede ( şeycim hava atmak gibi olmasın da Muscat Üniversitesinde Tingilizce- azıcık Türk aksanlı İngilizce - öğretiyorum da, Bitcoince, kriptoca diye diller çıkacak deniyor, Tingilizce neden olmasın demi ? Olsun bence de ! ) bugün bir Türk öğrenciye rastladım. Tamamen tesadüf hakim bey.
Şaka bi yana, hazırlık sınıflarına İngilizce öğretiyorum, final haftasındayız. Final sınavları olurken görev dağlımı oluyor ve bütün derslerin sınav gözetmenliğini yapıyoruz sınav haftası boyunca.
Bugün saat on ikide derslik iki yüz yirmi dörtte , grup yirmi yedinin, matematik sınavına gittim. Derslik düzeni, sınav modu falan filan başladık sınava, bir öğrenci sınav başladıktan yaklaşık on dakika sonra geldi, boş bir sıraya oturdu, ona sınav kağıdı ve yoklama imza kağıdını götürdüm. Yüzüme baktı, teşekkür etmek için kafası ile teşekkür işareti yaptı. Bizim Türklerde bulunan o mahçup teşekkür işareti, hafif göz kaçırarak ve dudakları çok az büzerek bir de kafayı azıcık öne eğerek yapılan dünyanın az insanına has içtenlik. Ah yurdum. Yaşın kaç olursa olsun, ben seni tanırım, sinersin insanının inceliklerine, mahçubiyetine , nezaketine.
Kağıdı verdim , sınav devam etti, iki saat sürecekti. Bi sabret de mi yok, olmaz, geç kalan çocuk, on beş dakika sonra eliyle önce kendini ve sonra kapıyı gösterip çıkabilir miyim demeye çalıştı, kaşlarımı iki kere arka arkaya kaldırarak ve hafif gülümseyerek “hayır “ cevabı verdim işaret diliyle.
Kesin Türk bu çocuk, ya aşırı zeki hemen cevapladı soruları, ya da aşırı zeki ve tembel hiçbir şey çözmedi. Bir de tez canlı tabi.
Göz ucuyla süzdüm, sivil giyimli tek öğrenci ( Ummanlı erkek öğrenciler yerel kıyafet dishdasha, kız öğrenciler abaya giyer) cool bileklikler takmış, küpesi de mi var ne ?! Yok galiba. Olsa ne olacak sanki. Ama Umman’da olmaz ki. Küpe takılmaz yani. Neden deme. Deme deme, anlatamam. Yaşaman lazım burda olmaz işte. Kültürel kodlar, sen farketmeden işler aurana.
İstanbul’daki o giyim tarzını, oversize t-shirtlü insanları, jean pantolonları, converse ayakkabıları, dekolte ve şık giyinebilen kadınları, piercingli, dövmeli, tekno müzik
dinleyenle Türk halk müziği dinleyenin giyim tarzından ayrılamayacağı sokakları, her şeyi düşünüyorum bir anda. Vakitte bol tabi. Özle memleketi özleyebileceğin kadar.
Bir saat dolduğunda sınavını bitiren herkes çıkabiliyor, sınıfın yüzde sekseni bitirmişti sınavı. Kağıtlarını toplamaya koyuldum, geç kalan çocuğun önüne varınca ismine baktım sınav kağıdından..Bingooo !
Ömer Faruk. Omar değil. Ö . Ö. Bildiğimiz Ö. Noktalı ! Heyyyooo.
Soyadı da bol “ü” lü.
“ Türk müsün Ömerrr “
“ Evet Hocam ! Ben de sizi Türk’e benzetmiştim ! “
Gözlerinin içi gülüyor. Gözlerinin içi gülen benden yaşça genç birini görünce Başak gelir aklıma hemen. En küçük kardeşim. Onun masumiyeti ,utangaçlığı ve cesareti.
Ömer Başak’a benziyor. Hayır alakası bile yok. Başak esmer güzeli bir kız, güzel kahverengi gözleri var. Ömer,sarışın ve yeşil gözlü bir çocuk. Ben Ömer’e, Başağa duyduğum derin şefkati duydum ve ondan “ hocam “ kelimesi eşliğinde büyük bir saygı aldım. Kararlılığı kendi ile barışıklığı benziyor Başak’a.
“ Bekle beni istersen Ömer, sınavdan sonra konuşalım”
Beklemiş, bir saat sonra sınav çıkışında hemen sınıfın kapısında geliyor yanıma.
“ Hocam ben bu okulda hiç Türk yok sanıyordum” diyor sevinçli sesiyle.
Bana da geçiyor aynı sevinç “ Biliyor musun ben de seni Enes Batur’a benzettim, bu çocuk acaba Türk mü “ diye düşündüm…
Sınav kağıtlarını teslim ettikten sonra okulun öğrenciler için ayrılmış bekleme salonunda, uzun uzun anlatıyor bana.
“Tek başıma geldim Hocam, İstanbul’dan geldim, babam işlerin başına gönderdi buraya, dört kardeşiz, ailenin en büyük çocuğuyum, en küçük kardeşim beş yaşında, onu ve annemi çok özlüyorum, babamın iş ortağı ve arkadaşı ile işleri idare ediyorum burada, o yüzden derslerin çoğuna da katılamıyorum ama İngilizcem çok iyi zaten, matematikte zorlanıyorum biraz..”
Affedici bir gülümseme yüzümde, onu incitmekten korkan bir ses tonuyla, bana ne matematikten dercesine,
“ evet canım, anladık onu, kağıdına baktım..”
“ Ya hocam valla daha alışamadım buraya, Dubai’ye gideyim gezmeye diyorum yaşım on yedi, anne- baba olmadan almıyorlar tek, geleli yedi ay oldu, annem de alışamadı yokluğuma ama üzülüyo o da naapsın, onu da ben teselli ediyorum. “
Matematikten anneye geçiş hızımız..
Türkiye’deki zorlayıcı eğitim sisteminden de biraz kaçmış olabilir belki, gerçi Muscat da ideal destinasyon değil üniversite okumak için. Babası hem sorumluluk alsın hem de okusun diye buraya yolladı belli ki.
“Ama hocam burası iş fırsatları ile dolu bir yer, güzel para kazanılıyor, özellikle ticarette. Annem de alışacak artık ne yapalım, yirmi yedi yaşına geldiğimde servet sahibi olurum, ben yaşatırım onu, çok mutlu olur..Babam da annem de yokluktan geldiği için babam ne derse kabul ediyor destekliyor annem, yoksa benden ayrı kalamaz da…”
“Nereliler peki ? “
“ Antep hocam, ilk buraya annemle ve kardeşimle geldik ev tuttuk, yerleştirdiler beni , öyle döndüler, her tatilde ben de hemen gidiyorum “
Bütün soruların da cevabı hep anneli …
Öyle tabi, lila görsem annem. “Amaaan be ne var ki bunda” diyen annem, yaşamı hafifleten bir söylem annem, sabah süte bal koyup içsem annem, altmışa yaklaşmış kadın arkadaşlarım annem..
“Bir mevsim yok anne gibi “ demişti şairin biri.
El arttırıyorum, başka bir renk de yok anne gibi. Coğrafya da yok. Annemin içsel sancılarımdan habersiz öylesine konuşan ve bana iyi gelen o sesi . Sesi. Dünya gürültüsünü sessize alan sesi. Ses. İşitselim galiba ya, görsel olmayabilirim.
“ Ben sana hayran oldum Ömer Faruk, on yedi yaşında tek başına çıkıp gelmen, hem iş yönetmen, hem kimya mühendisliği okuman, harika bir şey. İleride Bill Gates gibi Elon Musk gibi biri olacaksın bence ! Cidden çok takdir ettim, aferin sana ! “
“ Peki hocam ya siz, siz neden geldiniz , nasıl oldu yani ?”
Onu sonraki görüşmemizde anlatayım sana…
Ayakkabı tamircisinin Hasan’ı, çok sevmiştim ben seni çocuk kalbimle. Köydeki dünyama Filistin’deki benimle aynı yaşlarda bir Türk çocuğunun hüznünü getirip bırakmıştın. Hayat Bilgisi kitabında hem de.
Unutuluyor hikayelerimiz, gelip kendini kendince hatırlatına dek.
Öykülerden mi esinleniyor yani gerçek hayat ?
O sebep mi rastladım sana.
Naim dinlemek istiyorum yolda. Naim.
Eve varana kadar Naim çalsın. Son ses.Eypio Naim.
Annemin sesinin yerini tutmaz lakin anlar bu anıyı Eypio. Ve anlatır. Naim Süleyman’ı hiç kimse böyle anlatamamıştı çünkü.
Müzikle taçlansın istiyorum öyküm…
“ Bıraktım geldim evimi geride
Adımı aldılar, kan karıştı terime
Demişti anam bana, "Buz da olsan erime"
Kaldırdım dünyayı dertlerimin yerine “
Türkiye’nin doğusuna doğmuş annesini, şiddetten kurtarmak için bir an önce büyüyen, müteahhitlik yapan annesinin birikmiş borçlarını ödemek için gurbete yürüyen, annesine servet bahşetmeye baş koymuş, annesi gibi ezilmekten yok sayılmaktan korkmuş binlercemize atfedilmiştir bu yazı.
Hem de anadilde.Annemizin konuştuğu güzel Türkçemizde.
Ayyakkabıcıya.Hasan’a.Gizli çocukluk masallarıma atfedilen sade bir anma, ziyaret ve sevme biçimidir bu yazım. Laleli, badem çiçekli. Pembede beyaz zakkumlar tınısında bir sarılmadır. Latif bir ölçüyle ve içtenlikle. Sakinliğine, suskunluğuna aşık olduğum dik duruşlu anneme...
Sevgilerimle,

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder