31 Ocak 2025 Cuma

Şarktan garba sesleniş


Sorgulama işte. 

Gölgesiz gülebildin mi güzelsin, gücünde dur sissiz bir alanda ve göçüne sahip çık. 

Düzensizliğin senin düzenin. 

Doğrun daireselliğin. 

Adakızıyla dertleşirken yine, 

Yepyeni bir pencereden baktım evrimime ..

Tam da kaçtığın yerde gücün diye konuştu görünmez bir bilge, zihnimde. 

Sevgili bilge, iyi hoş çok biliyosun da sen, kaçındığın şeyde diyeceksin belki, hem zaten kaçmam ki ben. 

Göçerim. 


Neticede bir yörük kızıyım, bizim gücümüz göçmede. 

Yolun şartlarından korkmadan, yollarda yaşamı var etmede..

Güç göçtür. 

Nasıl bir göç peki bu ? 

Bazen bir mekandan, bazen bir gönülden göç..

Dönüverecekmiş gibi bir hisle ve dönmemek üzere…

Zamandan bazen, akşamdan sabaha değişebilen duygu dünyandan…

Kalıcılığına inanmadan hiçbir şeyin, yürüyüverme hali gari. 

Ve en çok da kendi eskiliğinden, yeniliğe, var olduğundan,var olma ihtimaline, yepyeni bir gökyüzü görmeye doğru..

Doğrusal değil ama. 

Dairesel bir sistemle, deneyimleye, deneyimleye. 


Yollarda öleceksin sen köpek, dedim kendime gülümseyerek. 

Gurur duyuyorum bununla. Hav. 


Tabi ya. 

Dokuz buçuk senedir durduğumu sanıyorlar burada, Umman’da. Öyle değil işte. 


Basit bir formülünü buldum mutluluğun, dünyanın haberi yok. 

Hiç göçmüyoruz, göçeceksin tabi. 


Göçeceksin abi.


Not: Ya kusura bakmayın da bi sktrin gidin kişisel gelişim videoları. Neyin genellemesi bu,siz kimsiniz de benim bireysel rotama rehber olacaksınız.

26 Ocak 2025 Pazar

Sen, ben, Ömer Faruk, Hasan ve Naim..





“ Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.

‘Çiviler ağzına batmaz mı senin?’

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:

‘Türk çocuğu musun be?’

‘İstanbul' dan geldim!’

‘Ben de o taraflardan ... İzmit’ten!’” (s. 17) “ 

Bizi güdüleyen güç nedir, öfkelenince, üzülünce, çok sevinince neden bir anda ana dilimize döneriz ki ? 

Ana. Dil. İnsanın annesinin konuştuğu dil.

Annemizin izleriyle mi bezeliyiz yani biz.

Ayakta kalma ve çabalama gayretimiz derin bir yerde onu mutlu etmek- kurtarmak üzerineyken önceleri, sonraları bu kutsal uğraş bir alışkanlığa mı dönüşüyor ki..

Eve gelir gelmez, neydi o hikaye diye düşündüm heyecanla. Kaybettiğimi sandığım, ama uzak bir yere kaldırdığım bir zamanlar çok sevdiğim, çocukluğumda oynadığım, kendime arkadaş ettiğim bir eşyamı bulmuş olmanın tatlı heyecanıydı bu. Google ‘a “gurbetteki çocuk ve ayakkabı tamircisi “ diye yazdım. İlkokulda okuduğum beni derinden sarsan, üzüntüsünü bugüne kadar hissettiğim o çocuğun hikayesi bu kadarcık kalmıştı aklımda. Hayat Bilgisi kitabındaki görseli gözümün önünde, görselim ben galiba. Hissi derin bir yer kaplarken, belki de anadil öğretme merakımın temeliyken Türk çocuklara, hikayenin çoğu gitmişti, uçuş uçuş aklımdan.

( ee öyle sürekli düşünürsen olacağı bu Ada Hocanım, bilmiyorum ki herkesin zihnimi böyle, benimki mi sürekli düşünme halinde. ) Herneyse. Nasıl yani ? Hikaye yok mu bellekte. Hissi nasıl duruyor peki üstümde. Hayat tam da böyle mi sence de? 

Hikayeler yazıyor, okuyor, görüyor, duyuyor ve duygusundan nasipleniyoruz ve hikaye bitiyor, unutuluyor, hissi mi kalıyor ruhta, sonra o ruh ile zihin bir yol çiziyor, beden oraya doğru mu gidiyor ?! 

Sahi böyle olabilir mi, bunu bir bilene, ruh bilimciye sorayım ben. 

Eğer öyleyse, yandık o vakit durum çok fena. Neyseki Google verdi cevap bana. Eskici dedi. Cumhuriyet dönemi yazarlarından Refik  Halit Karay. 

Teşekkürler Google teşekkürler. 

Kendini unuttuğum, lakin hissini her gün sık sık kalbimde duyduğum hikayenin özeti şöyledir:

“Babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve komşuların yardımıyla Filistin’in ücra bir kasabasına, halasının yanına gönderilmek üzere İstanbul’dan bir vapura bindirilir. Başlarda ayrılığın acısını hissetmeyen, hatta vapurda kendisine eğlenecek bir şeyler bulan Hasan, ana dilini konuşan yolcuların azalmasıyla gitgide suskunlaşır ve içine kapanır. Vapur yolculuğu bitip trene bindirildikten sonra ise artık etrafta Türkçe konuşan kimse kalmamıştır. Hasan da tamamen susar. Gittiği yerde, halası, halasının çocukları ve çevredeki insanlar ona tamamen yabancıdırlar. Hasan, zamanla anla- maya başladığı Arapçayı konuşmamakta büyük bir inat gösterir ve hep susar. Bir gün sokaktan geçen bir satıcı, eski ayakkabıları tamir etmesi için eve çağrılır. Eskici işini yaparken çocuğun İstanbul’daki hatıraları canlanır. Bir ara nerede, kimlerle olduğunu unutup dalgınlığından ana diliyle ‘Çiviler ağzına batmaz mı senin?’ sorusunu sorar. Bu soru eskicinin de Türk olduğunu ortaya çıkarır ve bir şekilde memleketinden uzak düşmüş olan ihtiyarla çocuk arasında kısa, fakat oldukça yoğun bir sohbet başlar. Hasan durmadan heyecanla konuşmaktadır, fakat eskicinin işini bitirip eşyalarını toplamaya başlamasıyla bu mutluluk yerini ayrılığın acısına bırakır.” (Çağın 2005,DergiPark, https://dergipark.org.tr) 


Nereden esti eskici diyeceksiniz ? 

Çalıştığım üniversitede ( şeycim hava atmak gibi olmasın da Muscat Üniversitesinde Tingilizce- azıcık Türk aksanlı İngilizce - öğretiyorum da, Bitcoince, kriptoca diye diller çıkacak deniyor, Tingilizce neden olmasın demi ? Olsun bence de ! ) bugün bir Türk öğrenciye rastladım. Tamamen tesadüf hakim bey. 

Şaka bi yana, hazırlık sınıflarına İngilizce öğretiyorum, final haftasındayız. Final sınavları olurken görev dağlımı oluyor ve bütün derslerin sınav gözetmenliğini yapıyoruz sınav haftası boyunca. 

Bugün saat on ikide derslik iki yüz yirmi dörtte , grup yirmi yedinin, matematik sınavına gittim. Derslik düzeni, sınav modu falan filan başladık sınava, bir öğrenci sınav başladıktan yaklaşık on dakika sonra geldi, boş bir sıraya oturdu, ona sınav kağıdı ve yoklama imza kağıdını götürdüm. Yüzüme baktı, teşekkür etmek için kafası ile teşekkür işareti yaptı. Bizim Türklerde bulunan o mahçup teşekkür işareti, hafif göz kaçırarak ve dudakları çok az büzerek bir de kafayı azıcık öne eğerek yapılan dünyanın az insanına has içtenlik. Ah yurdum. Yaşın kaç olursa olsun, ben seni tanırım, sinersin insanının inceliklerine, mahçubiyetine , nezaketine. 

   Kağıdı verdim , sınav devam etti, iki saat sürecekti. Bi sabret de mi yok, olmaz, geç kalan çocuk, on beş dakika sonra eliyle önce kendini ve sonra kapıyı gösterip çıkabilir miyim demeye çalıştı, kaşlarımı iki kere arka arkaya kaldırarak ve hafif gülümseyerek “hayır “ cevabı verdim işaret diliyle. 

Kesin Türk bu çocuk, ya aşırı zeki hemen cevapladı soruları, ya  da aşırı zeki ve tembel hiçbir şey çözmedi. Bir de tez canlı tabi. 

Göz ucuyla süzdüm, sivil giyimli tek öğrenci ( Ummanlı erkek öğrenciler yerel kıyafet dishdasha, kız öğrenciler abaya giyer) cool bileklikler takmış, küpesi de mi var ne ?! Yok galiba. Olsa ne olacak sanki. Ama Umman’da olmaz ki. Küpe takılmaz yani. Neden deme. Deme deme, anlatamam. Yaşaman lazım burda olmaz işte. Kültürel kodlar, sen farketmeden işler aurana.

İstanbul’daki o giyim tarzını, oversize t-shirtlü insanları, jean pantolonları, converse ayakkabıları, dekolte ve şık giyinebilen kadınları, piercingli, dövmeli, tekno müzik

dinleyenle Türk halk müziği dinleyenin giyim tarzından ayrılamayacağı sokakları, her şeyi düşünüyorum bir anda. Vakitte bol tabi. Özle memleketi özleyebileceğin kadar.

Bir saat dolduğunda sınavını bitiren herkes çıkabiliyor, sınıfın yüzde sekseni bitirmişti sınavı. Kağıtlarını toplamaya koyuldum, geç kalan çocuğun önüne varınca ismine baktım sınav kağıdından..Bingooo ! 

Ömer Faruk. Omar değil. Ö . Ö. Bildiğimiz Ö. Noktalı ! Heyyyooo. 

Soyadı da bol “ü” lü. 

“ Türk müsün Ömerrr “ 

“ Evet Hocam ! Ben de sizi Türk’e benzetmiştim ! “ 

Gözlerinin içi gülüyor. Gözlerinin içi gülen benden yaşça genç birini görünce Başak gelir aklıma hemen. En küçük kardeşim. Onun masumiyeti ,utangaçlığı ve cesareti. 

Ömer Başak’a benziyor. Hayır alakası bile yok. Başak esmer güzeli bir kız, güzel kahverengi gözleri var. Ömer,sarışın ve yeşil gözlü bir çocuk. Ben Ömer’e, Başağa duyduğum derin şefkati duydum ve ondan “ hocam “ kelimesi eşliğinde büyük bir saygı aldım.  Kararlılığı kendi ile barışıklığı benziyor Başak’a. 

“ Bekle beni istersen Ömer, sınavdan sonra konuşalım” 


Beklemiş, bir saat sonra sınav çıkışında hemen sınıfın kapısında geliyor yanıma. 

“ Hocam ben bu okulda hiç Türk yok sanıyordum” diyor sevinçli sesiyle. 

Bana da geçiyor aynı sevinç “ Biliyor musun ben de seni Enes Batur’a benzettim, bu çocuk acaba Türk mü “ diye düşündüm…

 

Sınav kağıtlarını teslim ettikten sonra okulun öğrenciler için ayrılmış bekleme salonunda, uzun uzun anlatıyor bana. 

“Tek başıma geldim Hocam, İstanbul’dan geldim, babam işlerin başına gönderdi buraya, dört kardeşiz, ailenin en büyük çocuğuyum, en küçük kardeşim beş yaşında, onu ve annemi çok özlüyorum, babamın iş ortağı ve arkadaşı ile işleri idare ediyorum burada, o yüzden derslerin çoğuna da katılamıyorum ama İngilizcem çok iyi zaten, matematikte zorlanıyorum biraz..” 


Affedici bir gülümseme yüzümde, onu incitmekten korkan bir ses tonuyla, bana ne matematikten dercesine, 

“ evet canım, anladık onu, kağıdına baktım..” 


“ Ya hocam valla daha alışamadım buraya, Dubai’ye gideyim gezmeye diyorum yaşım on yedi, anne- baba olmadan almıyorlar tek, geleli yedi ay oldu, annem de alışamadı yokluğuma ama üzülüyo o da naapsın, onu da ben teselli ediyorum. “ 


Matematikten anneye geçiş hızımız..


Türkiye’deki zorlayıcı eğitim sisteminden de biraz kaçmış olabilir belki, gerçi Muscat da ideal destinasyon değil üniversite okumak için. Babası hem sorumluluk alsın hem de okusun diye buraya yolladı belli ki. 


“Ama hocam burası iş fırsatları ile dolu bir yer, güzel para kazanılıyor, özellikle ticarette. Annem de alışacak artık ne yapalım, yirmi yedi yaşına geldiğimde servet sahibi olurum, ben yaşatırım onu, çok mutlu olur..Babam da annem de yokluktan geldiği için babam ne derse kabul ediyor destekliyor annem, yoksa benden ayrı kalamaz da…” 


“Nereliler peki ? “ 

“ Antep hocam, ilk buraya annemle ve kardeşimle geldik ev tuttuk, yerleştirdiler beni , öyle döndüler, her tatilde ben de hemen gidiyorum “ 


Bütün soruların da cevabı hep anneli … 

Öyle tabi, lila görsem annem. “Amaaan be ne var ki bunda” diyen annem, yaşamı hafifleten bir söylem annem, sabah süte bal koyup içsem annem, altmışa yaklaşmış kadın arkadaşlarım annem..

“Bir mevsim yok anne gibi “ demişti şairin biri. 

El arttırıyorum, başka bir renk de yok anne gibi. Coğrafya da yok. Annemin içsel sancılarımdan habersiz öylesine konuşan ve bana iyi gelen o sesi . Sesi. Dünya gürültüsünü sessize alan sesi. Ses. İşitselim galiba ya, görsel olmayabilirim. 

“ Ben sana hayran oldum Ömer Faruk, on yedi yaşında tek başına çıkıp gelmen, hem iş yönetmen, hem kimya mühendisliği okuman, harika bir şey. İleride Bill Gates gibi Elon Musk gibi biri olacaksın bence ! Cidden çok takdir ettim, aferin sana ! “ 


“ Peki hocam ya siz, siz neden geldiniz , nasıl oldu yani ?” 


Onu sonraki görüşmemizde anlatayım sana…


Ayakkabı tamircisinin Hasan’ı, çok sevmiştim ben seni çocuk kalbimle. Köydeki dünyama Filistin’deki benimle aynı yaşlarda bir Türk çocuğunun hüznünü getirip bırakmıştın. Hayat Bilgisi kitabında hem de.

Unutuluyor hikayelerimiz, gelip kendini kendince hatırlatına dek. 

Öykülerden mi esinleniyor yani gerçek hayat ?

O sebep mi rastladım sana. 

 Naim dinlemek istiyorum yolda. Naim. 

Eve varana kadar Naim çalsın. Son ses.Eypio Naim. 

Annemin sesinin yerini tutmaz lakin anlar bu anıyı Eypio. Ve anlatır.  Naim Süleyman’ı hiç kimse böyle anlatamamıştı çünkü.

 Müzikle taçlansın istiyorum öyküm…


“ Bıraktım geldim evimi geride

Adımı aldılar, kan karıştı terime

Demişti anam bana, "Buz da olsan erime"

Kaldırdım dünyayı dertlerimin yerine “ 


Türkiye’nin doğusuna doğmuş annesini, şiddetten kurtarmak için bir an önce büyüyen, müteahhitlik yapan annesinin birikmiş borçlarını ödemek için gurbete yürüyen, annesine servet bahşetmeye baş koymuş, annesi gibi ezilmekten yok sayılmaktan korkmuş binlercemize atfedilmiştir bu yazı. 

Hem de anadilde.Annemizin konuştuğu güzel Türkçemizde. 

Ayyakkabıcıya.Hasan’a.Gizli çocukluk masallarıma atfedilen sade bir anma, ziyaret ve sevme biçimidir bu yazım. Laleli, badem çiçekli. Pembede beyaz zakkumlar tınısında bir sarılmadır. Latif bir ölçüyle ve içtenlikle. Sakinliğine, suskunluğuna aşık olduğum dik duruşlu anneme...

Sevgilerimle,

15 Ocak 2025 Çarşamba

Şiir çocukları Umman’ın..




Let’s keep this simple and sweet..

Gülüve bi gülüm, güzelleşsin diye dünya..

Seninle buluşmak bir oyun gibi dedi Defne. 

Ders gibi değil. 

Yüzümde kocaman şımarık bir gülümseme belirdi.

Sanırım otuz altı yaşıma kadar aldığım en güzel iltifatı almıştım sekiz buçuk yaşındaki öğrencimden. 

Buçuk önemlidir. 

An an gün gün hissedersin yaşamı bu yaşlarda ve büyümek,yolculuğun sürecin ilerliyor olması büyük bir değerdir..

Altı sene önce yanlışlıkla çaya elim çarpıp, çayı çay tabağına döktüğümde, Türkçe özel ders vermekte olduğum canım öğrencim Efe Dennis de telaşımı, korkumu, suçluluk duygumu görüp aksanlı Türkçesi ile “canın sağolsun Ada Öğretmenim “ deyivermişti ve çok etkilenmiştim. İyi ama anadili Türkçe olan bir öğretmen olarak ben bile neredeyse hiç söylememiştim bunu, ne kendime ne başkalarına. Oldukça iyi geliyormuş duymak. 

Canım sağolsun. 

Canın sağolsun. 

Yeter ki canımız sağolsun 🧡

Büyürken ve bu yolda yürürken ne kadar da iyi geldiniz bana çocuklar..


Kalbim sıcacık oldu, varlığımın değerini bildim, öğrendim, sevdim. Dil dağarcığım genişledi, dünyaya karşı daha şefkat dolu, daha affedici, neşeli ve oyuncu bir bireydim artık. 


Demlene demlene. Tazelene tazelene. Zamanla büyüdüm ellerinizde. Pamuk şekeri gülüşlerinizle.Şiiriydi çocuklar benim ömrümün, yatan gül harmanladıydı gönlümün, ürkütmeden öğrettiler bildikleri her şeyi, yormadan, kırmadan, beklemeden.. Oyun gibi yani. Babannem nasıl sevdiyse beni öyle sevdim onları. Anneleri gibi değil, öğretmenleri gibi de değil, babaanneleri gibi. 

Teşekkür ederim her birinize.

İçtenlikle. 

Hey Ada ! U are a sky full of stars !

14 Ocak 2025 Salı

Maria Muscat’ta..




Maria Puder Muscat’ta evet, yanlış duymanız ! 

YŪGEN 幽玄  vs. Suni Sürat  konusunu konuşmak üzere, bugün benimle.


“Suni Sürat Frau Bashar! “  diye bağırdı ikinci kez, “Seni yiyip bitiren bazen de yere düşüren şey bu ! “ 

“Ve evet tam da bunu konuşmaya geldim bugün buraya.“

O arada aklımda deli sorular, evli kadınlara Frau denmiyor muydu yav. Mrs. gibi. Belki de öyle değildir, Almanya hakkındaki tek ve net bilgim Berlin Almanya’nın başkentidir. Neyse medeniyet abidesi Avrupalı kızla çölün ortasında bunu tartışacak değilim ya, sanatçı kadın, ne derse der, özgür bir ruh sonuçta. Biraz da gerginim tabi, bakalım sevecek mi muhabbeti mi ? 


Sahi çocukluğumdan beri dayanamadığım bir hızı var yaşamın, ailemin ve çevremin. Teknolojiyle falan oluşmadı bu bende.Teknolojiyle ve iş hayatına girmiş olmakla daha da arttı bünyemdeki görünmez baskı.Ama halledicem, sakin olalım bakalım ..


Bana tabii gelmeyen doğama çok aykırı olan bu pull-push durumu annem tarafından şefkatli ve ölçülüce ama asla kabul görmeden “ a benim gaygısız gızım “ diye eleştirilirken çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, üniversitedeki yakın arkadaşlarımdan biri tarafından “ mahalle yanıyo, sen (zilli insan- o.rospu kız) saçını tarıyosun Ada ya, hadi bi “ diye daha sert eleştirilere maruz kalmıştır. Atasözlerimizin azizliği işte.. Kız ne yapsın. Ama neden? Ama neden? Çünkü Beytepe şenliklerinde, kız kavgasına yetişemeyip, sevgilisini çalan kıza haddini bildiremeyiz diye …  Önemli bir konu tabi. Maçoyuz biz, birimiz Trabzon’un Amazon kadını, ötekimiz Toros’un yörüğü. Nineler de böyleydi bizim. 


Biz senin kadar cool kadın değiliz Maria Puder. Arada kızsal küfürler ederiz birbirimize. Ailemizin ya da başkalarının  önünde söyleyemeyeceğimiz ayıp şeyler deriz. Konser alanına kavgaya gideriz sevdiğimiz adam uğruna dedim sarkastik bir gülüşle.

Dudaklarını büzerek güldü kürkünü çıkarırken.

Gamzeleri vardı galiba belli belirsiz. 

O aldırmaz , kendine has, güçlü kadın edasıyla çıkardı kürkünü, saçlarını yana aldı hafif bir el hareketiyle. Dikkat çektiğinden son derece emindi, aslında yürüyen bir tablo gibiydi ve bunu yüz küsür senedir iyice içselleştirmişti, hala gencecikti, zamana şahitlik etmiş yaşayan müthiş bir sanat eseriydi. Susunca resimdeki asil Madonna, gülümseyince ve konuşunca sokaklarda neşe içinde dağıtan, samimi, net gerçek, çılgın ve aşık kız Maria’ydı. Sanat eserlerinin en büyük olayı varoluşlarını ve yaşlarını, fiziksel duruşlarını sabitlerken,ruhları ile tüm yaşamsal akışa eşlik etmeleri değil miydi ?! 

Kitaptakine benziyordu sahiden. 

Çok öyle mükemmel güzel değildi. 

On üzerinden yedi.

Alımlıydı.

Aurası vardı. 

Aurası ve özgüveni tam yerli yerindeydi. Karşıyı hiç kasmayan sakin duruş, kabullenmişliğin getirdiği anlamlı bir sadelik hali. 

Varmaya çalışmadan,kendi halinde akan bir dere gibi. 

Küçük dere balıklarına -cipcinlere- ev, pullu sarana sahne! Dağ nergisleriyle barışık bir güzel dere gibiydi enerjisi. 


“Eee anlat Adakızı ? 

Neyim coolmuş benim bakalım? “ 


Şeyy dedim. Ghostlaman Raif’i. Hem de mektupla ghostlaman. 1920li yıllarda bunu yapmış olman mesela Maria.. Yoksa Madonna mı desem sana. 

Nargileme uzandım. 

Zahr al laymounda nargile içiyoruz karşılıklı Maria Puderle, namı diğer Kürk Mantolu Madonna’yla yani. 

      Zahr al laymoun, Umman Muscat’ta, insanların yürüdüğü ışıklı ana sokağa bakan, hurma ağaçlarının altında renkli sandalye ve masaların bulunduğu, el arabası dekorları ile süslenmiş, masaları mermer ve ahşaptan şirin bir kafe. Zahr al Laymoun, limon ağacı demek ve ben içinde narenciye olan şeylere bayılıyorum. Portakallı kokulara, limonlu pastalara, greyfurt suyuna, limon yapraklarına, portakal çiçeklerine.. Lübnan yemekleri servis eden, zeytinyağına ve zeytine önem veren bir sunumu var Zahr’in. Bu kafe bir şekilde hem ismi hem de yemekleri itibari ile Akdeniz’i anımsatıyor bana, çocukluğumu, babaannemi, greyfurt ağacımızı, limon bahçemizi, mandalinalarımızı.  Mevsimindeyse, tatlı da gökten düşercesine iniverir tepemize hurma dallarından öyle de bereketlidir hani. 


O da görsün, sevsin istedim burayı. Sevdiğim mekanları, sevdiğim insanlarla paylaşmaktan aldığım keyif… Buna taktığım işte. Neyse. Ben düşünürken söze daldı Maria : 


“ Öncelikle bana istediğini söyleyebilirsin, insan eseri değil midir zaten, ya da eser insanı değil midir, mesela senin derinliğine anlam olmak için burdayım, bu hikayede seninleyiz, suni süratten korktuğun için 1925 lere kadar seslendin beni bu hikayeye davet ettin, bir adadaki Umman’a. Umman’daki bir Ada’ya. Dev bir yalnızlığa. Bir damladaki okyanusu bulmaya çağırdın ya beni güzelim !” 


“ Hoş geldin, nar suyu içer misin? Nargileyle şahane olur, naneli nargile, yanına nar suyu, ne dersin ? “ 


Gülümseyerek yine inadına gülümseyerek

“ İçelim bakalım, tespih de ister misin ?! “ 


“ Ya ama yapma Madonna sen de mi?! Aşkolsun ya, Raif’ten mi kalma tesbihin, gerçi onda da hiç tesbih çekecek tip yoktu ya, sahi öldü de mi o ? “ dedim muzip muzip. Gossip mode on. 


Nar suyundan bir yudum aldı, sonra hafifçe başını kaldırdı; 

“Raif, Sabahattindi, ölmez o. Bak ben öldüm mü ? Hala bugün bile sana Madonna mı diyeyim Maria mı diye sormuyor musun ?  Eser sahibi kimse ölmez çünkü  en az bir eserinde mutlaka, mutlaka ve mutlaka yüzde doksan sekiz kendini anlatır sanatçı, orada yaşar durur” 

Mutlakalar çok vurguluydu, noldu şimdi buna, kitapta bu kadar atarlı değildi, nargile dumanından mı acaba 🙃


“ Kitapta sen de öldün, ama şimdi öğreniyorum ki ölmemişsin, ghostlamışsın adamı, o da bu acıya dayanamayarak seni öldürmüş kitapta, whatsappta görüldü atarcasına adeta ghostlamışsın, mektupla hem deee, hem de yüz sene öncesindee!  Adam da eserinde öldürüp seni basmış engeli iç dünyasında“

Love bombing - gasthlighting- gosthing sonu karatoprak !

Gülüştük. Kahkahalarla katıla katıla güldük sonra. 

“Biliyor musun Feyyaz’ın dizisini. Gibi. “

  Nargile dumanı boğazıma kaçtı gülerken. 

Evet anlamında başını salladıktan sonra, 

“Japonya’ya gidecektim, hayallerim vardı” dedi. 

 Tekrar güldük. 

“Gittin mi bari “ dedim, alışmıştım ona. Rahatlamıştım yanında. 

Günceldi de zilli, her şeyleri de biliyor arkadaş, dizi mizi.

Hem de beni kırmayıp, sesimi duyup arkadaş olmaya gelmişti, hem de deliliğimi çok sevmişti.

“ Gittim. Yugen uğruna. İşte tam şu anda burada bu sohbette olan şey için gittim, yugen için. Umman’da bulmaya geldiğin şey için ben Japonya’ya gittim ! “ 


“Peki ya zeytinlikler, Balıkesir, aşk, Berlin, operalar, Atlantik?” 

 

“Buraya gelmeden uğradım Raif’in Havran’ına da. Bahsettiği zeytinlikleri gördüm, sevdim, biraz küskün baktı bana ağaçlar. Onun elleri değen zeytin ağaçları, zamansız, asırlık eserleri, küskün baktı bana. Raif de zeytin ağacı olmuş tabi bu dünyada, aşkını , babasının varken yokluğunu buruk buruk sunuyor sofralara. Ne güzel bir tat değil mi burukluk…” 


“Hadii len, zeytinden tiksindim resmen” diyesim geldi, sulandırmadım. İçimdeki “hüzünden, acıdan hatta çaresizlikten ve anlatmaktan kaç,hemen espiriyle düğün- bayram havası “dürtüsüne izin vermedim, suni sürat tam da buydu bugünlerde. “Olumsuz olan insana dair değildir” in sahte neşesi. İnsan yapısı itibariyle her duyguya meyillidir ve hakkı vardır. 


Sustuk.

  

 Derin bir yerden uzun uzun sustuk, suni sürat yerini gerçekliğe, tabiatımıza, aslolana bıraktı susunca. Yaşam ve kavgalar,mücadele, açıklama, kaçış, çaba öldü. Yugen doğdu. Ya peki ghosting falan yoksa ortada, Maria Puder öldüyse kitapta, gitmediyse asla Japonya’ya, uğramadıysa Balıkesir’e, zeytinliklere ve gelmediyse sonrasında Zahr -Al Laymoun’a. Nargile içmedik mi yani biz dün gece, nar suyu ?! 

Ya peki, kendi yalnızlığımı, asil, güçlü, neşeli, derinlerinde çok aşık beni yansıtan ve özgüvenli görünmesine rağmen son derece kaçıngan, ürkek, güvenli alanda bir o kadar da sokulgan yanımı bulduğum o karaktere ben kıyamadıysam, onu yaşatmaya çalıştıysam..Kelebek etkisi bu değil mi ? 

Bir gün Berlin’de fırçası oynar bir ressamın, o resme ve ressama aynı anda atar kalbi bir yazar oğlanın, sonra kaleminden aşk dökülür Türkiye’de,  kalemle öldürür sevdiğini zihninde ve  bu ölüme dayanamaz bir kurtarış hikayesi uydurur Ummandaki uydurukçu Ada Öğretmen. Neymiş efendim, sanat toplum içinmiş. Berlin’deki bir küçük fırça darbesi , bir asır sonra Muscat’ta arkadaşsız hisseden bir öğretmenle aynı masada olabilirmiş. Hatta o fırça darbeleri bi fırt nargile bile içebilirmiş !  Naneli. Zahr’de. Yugen yeğen yugen. Biz de Lübnanlı nargilecide bulduk işte, napıcan?!  

Oldu bir kere.

Hadi eyvallah 😎




 




Sözlük : 


Ghosting: 

Ghosting ya da ghost'lamak, herhangi bir görünür uyarı veya gerekçe olmaksızın bir partner, arkadaş veya benzer bir kişiyle tüm iletişimi ve teması beklenmedik bir şekilde sona erdirme uygulamasını tanımlayan ve daha sonra söz konusu kişinin ulaşma girişimlerini veya yaptığı iletişimi görmezden gelen bir terimdir.


YŪGEN 幽玄 : Japonca'da 'Evrenin kelimelere dökülemeyecek kadar güçlü bir farkındalığı' anlamına geliyor yugen.